II
Kırmızı Beyaz ve Siyah
Bir süre yürüdükten sonra artık fazlasıyla yorulduğumu ve dayanacak gücümün kalmadığını hissettim ve sakin karanlık bir parka gidip banka çöktüm. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum fakat bunu yapabilecek gücü kendimde bulamıyordum tek yapmak istediğim uyanmaktı. Lütfen uyandırın beni. Hayatımda yaptığım zorlu uçuşlar olmuştu. Kötü rüyalar da ara sıra görürdüm fakat ilk defa gerçeklik karşısında bu kadar çaresiz kalmıştım. En azından o zaman öyleydi. Bu düşünceler kafamdan akıp giderken bir ses duydum işte o ses. O ses duymam gereken bir sesti belkide çünkü o ses benim uyanmama engel olan sesti. O ses gördüğüm rüyayı gerçek kılan sesin ta kendisiydi işte. Bir anda siyah beyaz bir rüya renklerle dolup taşmıştı ama renkler her zaman gök kuşağı kadar masum değildi. Belki de hiç olmamıştı.
Ses tekrar etti ve gerçekliğini bana kanıtladı:
"Ben de seni bekliyorduk. Geleceğini söylemişti. Yanlış anlama ama Ben her zaman ona inandım. Bu yüzden geleceğini biliyordum."
Kafamı kaldırdım ve bir süre duyduklarımı hazmetmeye çalıştım. Ben de seni bekliyorduk mu? Dilimi pek iyi konuşamayan ve ileride çok önemli dostum olacak bu adamın konuşma tarzından ve gözlerinden kendisinin Alman olduğunu hemen anladım.
"Sen kaç kişisin?"
"Kaç kişi mi? Sadece ben var. Başkası var değil! oyalanmayalım. Pek güvenli değil. Hadi takip et beni." dedi ve arkasını döndü ama sonra tekrar bana döndü ve ben de tam o zaman adamın elindeki çuval benzeri torbayı görebildim. "Üzerindeki bu pilot kostümüyle buraya kadar. Böyle devam etmek olmaz." dedi ve torbayı bana gönderdi. Pek kibar bir gönderiş olduğunu söyleyemem. "Acelemiz var."
Torbanın içini açtım ve içinden çıkan pantolon ve gömleği seri bir şekilde giydim. Pek adetim olmamasına rağmen bu sefer pek sorgulamadım. Zaten bu gün normal geçen bir olay olmamıştı. Uyanana kadar da olacağı garanti değil.
O andan itibaren aslında yapmam gerekenin ne olduğunu daha iyi anladım ve bundan sonra yapacağım şeyleri ona uygun yapmaya karar verdim. Bu rüyaya ayak uydurmak. Evet sanırım şu an yapabileceğim en mantıklı hareket bu olacaktı. Ben de bunu yaptım.
Arkamızda iz bırakmamak için pilot kostümümü ve torbayı yanıma gelen adama verdim. Zaten o da benim bunu yapmamı bekliyor gibiydi. İlginç olan ise torbayı aldığındaki yüz ifadesiydi. Kostümüm daha doğrusu sonsuz tarlada biraz hırpalanmış kostümüm ona hayli enteresan gelmişti anlaşılan.
“Birbirimize nasıl hitap edeceğiz?” Diye sordum. İçimden bir ses bu adamın ismini bilmem gerektiğini söylüyordu.
“Birbirimize hitap etmemiz gerek olmayacak. Sadece beni takip et.” dedi ve sanırım haklıydı da. Adamı takip ederken aynı zamanda düşüncelere dalmıştım. Bu karanlık ve kırmızı, bulutlu ve nemli şehirden çok sıkılmış, sıcaklamış ayrıca hafiften terlemeye de başlamıştım. Bunalıyordum ve rüyanın gerçekçiliği karşısında hayrete düşüyordum. Bu rüyada ölürsem öbür dünyada uyanıp uyanmayacağımı sorgulamalıyım müsait bir zamanda diye düşündüm. Yavaştan ana caddelerden uzaklaşmıştık ve yan ara ve daha karanlık sokaklara dalmıştık. Hangi yılda olduğumuzu merak etmeye başladım 35 miydi yoksa 37 mi? Belkide 39 olabilirdi. Önemi yoktu diye düşündüm. Ama aslında her şey birbiriyle bağlantılıydı. Hiçbir şey tesadüf değildi. İnce ayar çekilmemiş bir saat gibiydi. Hatalıydı ama baktığınızda saatin kaç olduğuyla alakalı bir fikriniz oluyordu.
“Hangi yıldayız?” diye sordum. Bu soru önemliydi benim için. Hatta bu adamın isminden daha önemliydi. Adımlarımı buna göre atmacaktım fakat cevap şaşırtıcıydı. Daha doğrusu adamın omzunun üstünden geriye doğru bana olan şaşkın, hayrete düşmüş cevap nitelğindeki o bakışları. O bakışlardaki hayrete düşme benim sorduğum soruya olan bir şaşkınlık değildi adlında. Bir onaylanmaydı. Şüphelerin silinmesiydi. Kendini adamışlık ve ferahlama vardı o bakışlarda. Sanki benim bu soruyu sormamı bekliyordu. Artık sesi daha farklı daha inançlı çıkıyordu:
“10 Haziran 1939.”
Yorumlar
Yorum Gönder