Ana içeriğe atla

Dostoyevski — Ezilenler

    Dostoyevski kitaplarını sever misiniz? Bunu eğer günün birinde kitaplarını okursanız öğrenebilirsiniz. Ben de size kısaca Dostoyevski kitaplarıyla tanışmamı sonrasında da Ezilenler kitabını sürpriz bozmadan, kitap hakkında heyecan kaçırıcı bilgiler vermeden anlatmak istiyorum. 

  Yıl 2017 o sıralarda lisedeydim ve isteksiz bir biçimde edebiyat dersinde bulunuyordum. Sınavda Suç ve Ceza kitabından soru olacağını ve bize okumamızı söylemişlerdi. Tabi benim bunlar umrumda değildi o sıralar ergenliğimin zirve noktalarını yaşıyordum ve pek sağlıklı bir zihin yapısına sahip olduğum söylenemez. Yine de bir şekilde evde bu durumu eleştirirken sanırım annem sınavda kitaptan soru çıkacağını öğrenmiş oldu. Bir arkadaşının çocuğunda bu kitap varmış sanırım ve kitap bir şekilde bana ulaşmıştı. Tabi ben hala Dostoyevski ne ya? klasik nedir abi? Bize niçin zorla böyle şeyler okutuyorlar kafasındaydım. Ha şuna da değinmem gerek normalde kitap okumayı seven, yılda bir iki tane de olsa kitap okuyan biriyimdir. Yani kitap okumaya karşı değil de daha çok bu eylemin zorla yaptırılmasına ve bizim zevklerimizin gözetilmemesine karşı çıkıyordum. Neyse; kitabı okumaya başladım. İlk bir iki sayfasını okurken zorlanmıştım. Hem uzun zamandır kitap okumuyordum hem de malum bu işe karşıydım. Ama yine de okumaya devam ettim, ettim ve ettim. Bunda önemli olan bir etken vardı. Çok düşünceli ve hayalci bir insan olmama rağmen gözümü kapatıp bir şeyleri zihnimde canlandırmakta aşırı derecede zorlanıyorum. Bu yüzden genelde betimleme okumayı hem beceremem hem sevmem. Çünkü dalıp giderim, uzaklaşırım, bir türlü o sayfayı bitiremem. Ama Dostoyevski okurken fark ettiğim şey böyle bir durumun gerçekleşmediğiydi. Kitabı okurken bildiğiniz yaşıyordum. Tüm detayları görüyordum sanki. Hiçbir sayfasında uçup girmiyor, anlayarak, dalmadan kitabı okuyordum. En sonunda kitabı yarısına kadar okudum. Neden yarısına kadar? Çünkü aldığım kitap sadece ilk cildiydi. Ve ben oraya kadar gerçekten keyif alarak okumuştum. Sonrasında kitap çok heyecanlı bir şekilde bölündü. Ama ben devamını o zaman okumadım… Ama Dostoyevskiyle tanışmam bu şekilde oldu. Aradan bir-bir buçuk yıl geçtikten sonra bu sefer hayatımda köklü değişikler yapma kararı almıştım ve o süreçte şekeri, sigarayı bıraktım. Ve düzenli kitap okumaya başladım. O kitaplardan biri de Suç ve Cezaydı. Baştan okumuştum. Ve Dostoyevskiye olan hayranlığımda işte bu noktada perçinlendi ve karşı konulamaz bir hal aldı. Şimdi geçelim ezilenlere.

   Kitap yazar bir karakterin başından geçen bir olayı bize anlatıyor. Kısaca baş karakterimizin hayatındaki birkaç aylık bir süreyi ve bu sürede yaşadığı bazı olayları okuyoruz. Kitap birinci şahıs dilinde yazılmış. Yani tanrısal veya izleyici bakış açısı kitabın ana yazım şekli değil. Konu hakkında pek fazla bir konuşmak istemiyorum çünkü bunu tamamen sizin okumanızdan yanayım. Ama şunu söyleyebilirim. Suç ve Ceza, Kumarbaz, Yeraltından Notlar,  Karamazov Kardeşleri bitirmiş ve Budala kitabını da yarıda bırakmış bir kişi olarak bu kitap en duygusal, insana en dokunan kitaplarından birisi. İçinizdeki çoğu duyguya temas ediyor. Özellikle ana karakterin yaşadıkları, içine düştüğü durumu çoğu zaman birebir aynısı olmasa bile kendi yaşadığım olaylarla eşleştirdim. Keza kitapta bir ailenin yaşadıkları da işleniyor, o ailenin yaşadıklarına benzer şeyler de yaşadığım için kitap gerçekten bende unutulmaz bir etki bıraktı. Sizde de oluyor mu eğer okuduğunuz kurgu bir kitabın anlattığı şeyleri veya bir benzerlerini kendiniz de yaşadıysanız o kitap sizde daha vurucu etki bırakıyor. Mesela 1984 bende yine benzer bir etki bırakmıştı fakat o kitabı başka zaman konuşuruz. 

  Kitap gerçekten duygularınıza temas ediyor. Tabi duygusal dediğimden sadece dramatik, hüzünlü bir anlam çıkartmanızı istemiyorum. Kitap çoğu duyguya, yaşayıp da ismini koymadığımız bilmediğimiz duygulara da temas ediyor ve bu etkiyi 4. Bölümün son yaklaşık 30-40 sayfasında öyle bir noktaya çıkartıyor ki inanın ağlamaktan kendimi alamadım. İlk defa bir kitabı okurken bu kadar uzun süre ağladığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Ve inanın fazla duygusal bir insan olmadığımı hem ben söyleyebilirim hem de bloğumdaki diğer yazılarımı okuyarak siz de çıkartabilirsiniz. Yine de bu kitap karşı konulamaz bir şekilde beni ağlattı. Elbette ağlamayı da tarif etmek gerek. Biliyorsunuz her ağlamak birbiriyle aynı değildir. Bazen çok üzülürüz ve o yüzden ağlarız, bazen gözlerimiz yaşarır birkaç damla süzülür yanaklarımızdan, bazen (ben hiç yaşamadım ama) sevinçten ağladığımız bile olabilir. Bu kitabı okurken öyle kahrolduğum bir ağlama yaşamadım. Hatta ağlarken neden ağlıyorum diye yer yer kendi kendime sordum. Şeker Portakalı kitabındaki gibi içim sızlaya sızlaya ağladığımı da söyleyemem ama gerçekten duygulandım, hüzünlendim ve sanki kitaptaki karaktere eşlik edermiş sanki onların döktükleri göz yaşlara eşlik edermiş gibi, onların üzüntüsünü paylaşırmış gibi ağladım diyebilirim. 

  Tabii şunları da söylemeden geçemeyeceğim kitabın konusu üstüne güzel düşünülmüş ve Dostoyevski kitaplarının (okuduğum kadarıyla) sonlarını fazla sevmeme rağmen bu kitabın sonunu gerçekten başarılı buldum. Diğer kitaplarının sonları bu kitap kadar iyi değildi. Gayet tatmin edici bir şekilde bitti. O nokta iyi konulmuştu. Elbette devam etse devam da edebilirdi ama bence anlatmak istediği hikaye son bulmuştu, eğer devam etse bu sefer yeni bir hikayeye geçmek gerekecekti. Kısaca sonu tatmin ediciydi. Hikayesi de sıkmayan, merak uyandıran bir hikayeydi. Sadece bir noktada iki karakter bir yerde yemek yiyorlar ve konuşuyorlar. Orayı okurken biraz sıkıldım ve ne zaman bu sahne geçecek diye düşündüm. Ve eklemem gereken şu da var bazı yerleri de anlamadım. Acaba burada neyden bahsediyor diye düşündüm ama o kısımlar da aşırı önemli, hikayenin gidişatını önemli ölçüde etkileyen yerler değil, küçük detaylardı sadece. Kitabı puanlayacak olursam 

Hikaye 7.5/10 

Duygulara dokunma 9/10

Sonu 8.5/10

Ana akış 8/10

Karakterler 8/10

Genel puan 8.5/10


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eski Olması Bir Filmi İzlenmez Kılar mı?

    Geçenlerde bir arkadaşıma bir film önerdim. Muhtemelen izlemişsinizdir. Filmin adı Forrest Gump. Ben normalde bu filmi 1998 yapımı sanıyordum. Meğersem film 1994 yapımıymış. Her neyse arada sadece 4 yılcık var ne olacak diyebilirsiniz ve haklısınız size katılıyorum. Sonuçta ikiside eski filmler.    Peki önerimin sonrasında ne oldu? Filmin yapım yılını gördü ve 1994 mü sg dedi bana. Ben de sen filmden ne anlarsın kültürsüz yaratık gibi bir söz söyledim ona. Elbette arkadaşımın böyle bir tepki vermesini anlıyorum aşırı derecede haksız sayılmaz. Çünkü bir noktada ben de eski filmlere böyle ön yargılıydım, sonra bir noktada kırdım bu ön yargıyı.     Starwars sever misiniz? Hiç duydunuz veya izlediniz mi? Starwars güzeldir. Tavsiye ederim. Yüzüklerin efendisi gibi iyi ve kötünün mücadelesini işleyen etkili bir şekilde izleyen nadir filmlerdendir diyebilirim. Ben de çoğu insan gibi eski filmlere karşı ön yargılıyken (elbette 99 yapımı- 98 yapımı filmleri izlemişliğim vardı) bir gün evde

Patates Kızartmaları ve Mutluluk

   Merhaba. Size kısa bir yazıda son zamanlarda yaşadığım ve beni mutlu eden bazı şeyleri anlatmak istiyorum. Bu yazı uzaktan bakınca size belki biraz şükürcü gelebilir ama kesinlikle öyle değil. Sadece birkaç yaşanan durum ve bu durumlar karşısında hissettiklerimi paylaşmak istiyorum.     Hani söylenegelen bir şey, bir soru var ya; mutluluk nedir? Ne olsa sizi mutlu ederdi? Hiç düşünüyor musunuz bunu? Bilmiyorum. Ben de çok fazla düşünmüyorum aslında. Yalnızca mutlu olduğumda hatırlıyorum bunu. Peki nasıl mutlu olduğumu öğrenmek ister misiniz?    Belki size anlamsız gelecek bunlar. Ama lütfen sadece bir an olsun beni anlamaya çalışın. Ben patates kızartmasını çok severim biliyor musunuz. Ama öyle gelişi güzel kızartmalardan bahsetmiyorum. Böyle şekli güzel olan, güzel kızarmış ve en önemlisi de sıcak olmalı. Sıcak olmayınca sevmiyorum. Belki siz de böylesinizdir. Peki toplu bir yaşam alanında yaşıyorsanız neler olur? Yemekler pek güzel olmaz genelde. Patatesler soğuktur, birbirine yap

Unutmak İstiyorum

    Keşke bir tuş olsa. Rengi önemli değil; size hangisi hoş geliyorsa o olabilir. Kırmızı mesela. Genelde filmlerde tuşlar kırmızı renkli oluyor. Gerçi gerçekte de kırmızı renkli oluyorlar. Neyse işte. Bir tuş olsun demiştik ama bu tuş gerçekte değil zihnimizde olsun? Evet evet zihnimizde. Böyle gidip elinizle ulaşabileceğiniz bir noktada değil. Bu bir şans olsa, o tuşa uzanıp bastığınızda bazı durumlar gerçek olsa yapar mıydınız?     Tabi olabilecek durumlar tamamen gerçekçi, mesela o tuşa bastığınızda geçmişe gidemiyorsunuz, yalnızca ileriye dönük olaylar olabiliyor. Mesela hafızanızdan bazı olayları silme şansı veriliyor size. Kötü, veya gereksiz, ya lanet olsun keşke yaşanmasaydı dediğimiz türden olaylar, unutmak istiyorum dediğimiz olaylar? Ne dersiniz? Keşke olsa ama olmayacak.   Yaşım ilerledikçe keşke unutsam dediğim olayların sayısı artıyor. Sizin de artacak. illa kötü yönde değil. İyi yönde de. Keşke okuduğum veya izlediğim bir filmi unutsam da tekrar izlesem ve aynı duygula